Tanizaki, Kavabata, Mişima ve Oe gibi seçkin yazarların İngilizce tercümede yeniden keşfedilmeleri sayesinde, Japon edebiyatı 1950’lerden 70’lere kadar olan süreçte ABD ve Batı Avrupa’da en çok okunan Avrupa-dışı çeviri edebiyatı olmuştur. Bu yeniden keşif, diğer Avrupa dillerine ve Avrupa-dışı dillere yeni çevirileri teşvik etmiş ve esinlemiştir. 1990’lardan itibaren Murakami ve Yoşimoto gibi postmodern yazarlar da küresel çapta ün kazanmıştır. Dünyaya mal olmuş bu yazarların hepsi ilginç bir şekilde Nobel Edebiyat Ödülü’yle bağlantılıdır: ya Kavabata ve Oe gibi ödülü kazanmış, ya Tanizaki ve Mişima gibi ödüle aday gösterilmiş, ya Murakami gibi ödül adayı olarak düşünülmüş, ya da Yoşimoto gibi sadece, bir gün bu ödülü almanın hayalini kurmuşlardır. Nobel ödülünün evrensel boyuttaki cazibesi, ona layık görülen yazarları “fiilen” dünya yazarı olarak kanonlaştırmasıdır. II. Dünya Savaşı’nda büyük bir hezimet yaşamış olan Japon toplumu için savaş sonrası dönemde bu “şeref,” daima özel bir anlam ifade etmiş ve yenilgi sonrasında bir düzelmenin ve toparlanmanın simgesi olarak görülmüştür. Nobel’in böylesine ulusal ve uluslararası cazibelere sahip olması gerek okurlar gerekse medya nezdinde, ödüle ve ödül adayı yazarlara karşı büyük ilgi uyandırmaktadır. Bazen bunaltan bu aşırı ilgi nedeniyle 1960’ların Nobel adayı Mişima Tayland’a kaçmıştır. Günümüzde ise bir süredir adı Nobel ile anılan Haruki Murakami’nin, kendilerini Haruki-ci olarak adlandıran hayran-okurları Nobel ödül programlarını, Dünya Kupası final maçı izler gibi seyretmektedir. Bu makalede, Japon edebiyatı yazarları ile “Nobel Edebiyat Ödülü” adı verilen kültürel evrenselliğin simgesi haline gelmiş fenomen arasındaki karmaşık ilişkiler ele alınmıştır. Nobel ödülüne aday olarak düşünülmenin, aday gösterilmenin, ödülü kazanmanın veya kazanamamanın adı geçen yazarların evrenselleşmesine nasıl katkıda bulunduğu sorusuna cevaplar aranmıştır.