Sanat, insani tükenişlerimizi soylu ve ebedî bekleyişlere dönüştüren kutlu bir rüyadır. Bu kutsal rüya, ebedî hakikatlere atıf yaparak insanları uyarmaya çalışırken en çok da onu yaşayan sanatçının var oluşunu sarsar ve rahatsız eder. Bu yüzden sanatçı, varoluşsal yitimlerine sürü halinde koşan kalabalıkların yaşama refleksidir. Kutsal yaşam büyüsünün ateşlere atılma pahasına da olsa daima öne sürdüğü bu refleks, eserlerine sinen tiniyle bir sis çanı gibi bütün zamanlar boyu insanlığı uyarmaya devam eder. Sanat, yalnızca estetik bir faaliyet değil, aynı zamanda bireyi ve toplumu taşlaşma, robotlaşma ve metalaşma gibi varoluşsal tehlikelerden; modern ve sonrası dönemlerin getirdiği anlam karmaşasından koruyan dirençli ve itekleyici güç olarak konumlandırılmalıdır. İnsan ölüm bilincine rağmen sonsuzluk arzusuyla hareket eder. Bu arzu, arkaik dönemlerden itibaren insanın bütün sanatsal faaliyetlerinde görülür. Bu bağlamda sanat, Tanrı’dan ödünç alınan yaratıcı bir kudret olarak yorumlanır ve ‘ikinci bir evren kurma çabası’ şeklinde tanımlanır. Bu çalışmada, sanatın varoluş dinamikleri içerisindeki işlevini, var olma sorunlarını aşma çabalarındaki rolünü mitolojik, dini ve felsefi kaynaklar odağında tartıştım. Önce Sibirya yazıtlarının, Kur’an ayetlerinin, Platon’un düşüncelerinin, Mircea Eliade’nin “ebedî dönüş” anlayışının referanslarıyla insanın varoluş serüveninin kavramsal boyutunu, çerçevesini ele aldım. Yaratılış mitleri, Âdem ve Havva’nın cennetten kovuluşu, Türk mitolojisindeki Kişioğlu anlatısı gibi örneklerle insanın Tanrı’ya öykünme ve kendi dünyasını kurma arzusunun tarihsel sürekliliğini göstermek istedim. Bu sürekliliği gösterirken odakta “taşlaşma süreci” kavramı yer aldı. Çalışmamın örneklem kısmında Yunus Emre’den Necip Fazıl’a, Nazım Hikmet’ten Melih Cevdet Anday’a uzanan bir düzlemde sanatçının toplumsal sorumluluğunu öne çıkardım. Örnekler ışığında sanatçının, toplumu uyarma, vicdanı diri tutma ve insanı kalbiyle yeniden buluşturma görevini üstlenen “sis çanı” olarak tasvir edilişini ayrıntılarıyla ele aldım. Sanatın buyurgan değil davetkâr yapısını vurguladım; bireyin benlik savunmasını aşarak ona alternatif varoluş imkânları sunduğunu belirttim.